Anadolu’nun Kadim Mirası: Türkiye’de Hristiyanlığın Dünü ve Bugünü
Anadolu toprakları, pek çok medeniyetin doğduğu, büyüdüğü ve tarihin akışını değiştiren olaylara tanıklık etmiş bir coğrafyadır. Bu toprakların en derin ve en eski miraslarından biri de hiç şüphesiz Hristiyanlık’tır. Günümüzde pek çok kişi tarafından “yabancı” veya “Batılı” bir inanç olarak algılansa da, tarihsel gerçeklik bize tam tersini fısıldar: Hristiyanlık bu topraklarda doğmuş, kimliğini burada bulmuş ve dünyaya buradan yayılmıştır. Bu makale, bu kadim mirasın izlerini sürmeyi, dünü ve bugünüyle Türkiye’de Hristiyan olmanın ne anlama geldiğini anlamayı ve anlatmayı amaçlamaktadır.
İmanın Beşiği: Anadolu
Hristiyanlığın öyküsü Filistin’de başlasa da, evrensel bir dine dönüşme yolculuğunun en önemli durakları Anadolu’dadır. İsa Mesih’in takipçilerine ilk kez “Hristiyan” adının verildiği yer, o dönemin en önemli metropollerinden Antakya’dır. Elçi Pavlus, Tarsus’ta doğmuş bir Anadoluludur ve müjdeyi yaymak için çıktığı yolculukların büyük kısmını bu topraklarda gerçekleştirmiştir. Elçi Yuhanna, hayatının son yıllarını Efes’te geçirmiş ve Vahiy Kitabı’nı Ege kıyılarındaki yedi kiliseye (Efes, İzmir, Bergama, Tiyatira, Sardes, Filadelfya, Laodikya) buradan göndermiştir.
Dahası, bugün tüm Hristiyan dünyasının iman esaslarını belirleyen en temel teolojik tartışmalar bu topraklarda yapılmış, inancın temel direkleri burada şekillenmiştir. Teslis (Üçleme) inancı ve İsa Mesih’in doğası gibi konuların karara bağlandığı ilk yedi evrensel konsilin tamamı İznik, İstanbul, Efes ve Kadıköy gibi şehirlerimizde toplanmıştır. Bu gerçeklik, Anadolu’nun Hristiyanlık için sadece bir coğrafya değil, aynı zamanda teolojik bir merkez, bir beşik olduğunu açıkça ortaya koyar.
Tarihin Akışında Değişen Statüler
Osmanlı İmparatorluğu, fethettiği topraklardaki Hristiyan ve Yahudi tebaayı, “Millet Sistemi” adı verilen özgün bir yapıyla yönetmiştir. Bu sistem, cemaatlere kendi dini liderleri etrafında örgütlenme, kendi dillerini konuşma, kendi okullarını ve kurumlarını yönetme gibi geniş bir özerklik tanımıştır. Ancak bu, modern anlamda bir eşitlik değil, devletin koruması altında hiyerarşik bir birarada yaşama modeliydi.
20. yüzyıl, bu toprakların demografik yapısını kökten değiştiren büyük trajedilere sahne oldu. Yüzyılın başında nüfusun yaklaşık dörtte birini oluşturan Hristiyan topluluklar, yaşanan savaşlar, kitlesel kırımlar, nüfus mübadelesi, Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül Olayları gibi travmatik süreçlerin sonunda dramatik bir şekilde azaldı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu belgesi olan Lozan Antlaşması, ülkedeki gayrimüslimlerin hukuki statüsünü belirlemiştir. Antlaşma, tüm gayrimüslimlere din, dil ve eğitim özgürlüğü gibi temel hakları güvence altına almıştır. Ancak devletin yerleşik uygulaması, bu “azınlık” statüsünü fiilen sadece Rum, Ermeni ve Yahudi cemaatleriyle sınırlandırmıştır. Bu durum, Süryaniler, Keldaniler, Katolikler ve Protestanlar gibi diğer köklü Hristiyan topluluklarını hukuki bir boşlukta bırakmış, onları ne “milletin asli unsuru” ne de “azınlık” olarak tanımlanan bir konuma yerleştirmiştir.
Günümüzün Canlı Mozaiği ve Karşılaşılan Zorluklar
Bugün Türkiye’deki Hristiyan toplumu, genellikle sanıldığının aksine tek bir blok değil, zengin bir mozaiktir. Her biri kendine özgü bir tarihe, kültüre ve teolojiye sahip olan Ermeni, Rum, Süryani, Katolik ve Protestan cemaatleri bu mozaiğin değerli parçalarıdır. Özellikle son yıllarda, etnik kökeni Türk olan vatandaşların da katılımıyla büyüyen Protestan cemaati, Hristiyanlığın sadece belirli etnik gruplara ait bir inanç olduğu yönündeki yaygın kanıyı da geçersiz kılmaktadır.
Ancak bu canlılığa rağmen, cemaatler günümüzde ciddi ve sistematik sorunlarla yüzleşmektedir. Bu sorunların başında, kiliselerin ve ruhani merkezlerin devlet nezdinde bir “tüzel kişiliğe” sahip olmaması gelir. Bu hukuki eksiklik, bir kilisenin kendi adına mülk edinmesini, banka hesabı açmasını veya dava açmasını imkânsız kılmaktadır. Bu durum, cemaat vakıflarının mülklerinin iadesi konusunda uzun yıllardır devam eden hukuki mücadeleleri de beraberinde getirmiştir.
Bir diğer hayati sorun ise din adamı yetiştirme imkânlarının kısıtlılığıdır. Dünya Ortodoksluğu için evrensel bir merkez olan Fener Rum Patrikhanesi’nin din adamı yetiştiren tek kurumu olan Heybeliada Ruhban Okulu’nun yarım asırdan uzun bir süredir kapalı olması, bu sorunun en sembolik örneğidir. Bu durum, cemaatlerin geleceğini doğrudan tehdit etmektedir.
Bu hukuki zorlukların yanı sıra, medyada ve kamusal alanda üretilen nefret söylemleri ve komplo teorileri de toplumsal bir baskı unsuru oluşturmaktadır. Özellikle “misyonerlik” faaliyetlerinin bir tehdit olarak sunulması, Hristiyan vatandaşlara yönelik önyargıları körüklemekte ve gündelik hayatta ayrımcılığa zemin hazırlamaktadır.
Kültürümüze Silinmez Katkılar
Tüm bu zorluklara rağmen, Hristiyan vatandaşlar bu toprakların kültürel dokusunun ayrılmaz bir parçası olmuş ve ona paha biçilmez katkılar sunmuştur. İstanbul’un siluetini süsleyen Dolmabahçe, Beylerbeyi ve Çırağan Sarayları gibi nice anıtsal yapıda Ermeni Balyan ailesinin imzası vardır. Beyoğlu’nun ve Adalar’ın o eşsiz mimari kimliği, Rum mimarların eseridir. Klasik Türk müziğinin devlerinden Udi Hrant Kenkulian veya pop müziğimizin kurucularından Cenk Taşkan (Majak Toşikyan) gibi isimler, müziğimize unutulmaz eserler kazandırmıştır. Edebiyatta, Diyarbakır’ın çok dilli, çok kültürlü ruhunu eserlerine taşıyan Mıgırdiç Margosyan veya anadili Türkçe olan Ortodoks Hristiyanların Grek harfleriyle yarattığı zengin Karamanlıca edebiyat, bu toprakların ortak hafızasının ne kadar zengin olduğunun kanıtıdır.
Sonuç
Türkiye’de Hristiyanlığın öyküsü, kökleri bu topraklara derinden bağlı, ancak dalları tarih boyunca pek çok fırtınayla sınanmış yaşlı bir ağacın öyküsüne benzer. Bu ağacın varlığını ve bu topraklara ait olduğunu kabul etmek, sadece tarihsel bir gerçeği teslim etmek değil, aynı zamanda daha adil, daha çoğulcu ve daha barışçıl bir geleceği inşa etmenin de ön koşuludur. Hristiyanlığın bir “öteki” veya “yabancı” değil, bu toprakların öz mirası olduğunu anlamak, hepimizin ortak sorumluluğudur. Bu mirası tanımak, korumak ve yaşatmak, Türkiye’nin kültürel zenginliğine sahip çıkmak anlamına gelir.