Havarilerin Ayak İzlerinden Günümüze: Antalya’nın Kilise Tarihi İncelemesi

Havarilerin Ayak İzlerinde Pamfilya (Antalya)

Antalya ve çevresinin Hristiyanlık tarihindeki yeri, bizzat İncil’in sayfalarında, Havariler Dönemi’nde başlar. Hristiyanlığın ilk ve en etkili misyonerlerinden biri olarak kabul edilen Elçi Pavlus’un , Barnaba ile birlikte çıktığı ilk misyonerlik yolculuğu, bu toprakları Hristiyanlık mesajıyla tanıştıran temel olaydır. Kutsal Kitap’ın Elçilerin İşleri kitabının 13. ve 14. bölümlerinde aktarıldığına göre, Pavlus ve Barnaba, Kıbrıs’taki hizmetlerinin ardından denize açılarak o dönem Roma’nın Pamfilya eyaletinin önemli bir liman kenti olan Perge’ye ulaşmışlardır. Bu yolculuk, Müjde’nin Antalya topraklarına ilk kez ayak basması anlamına gelmektedir ve bu nedenle bölge, Hristiyanlık için kutsal bir coğrafya olarak kabul edilir.

Pavlus’un seyahat rotası incelendiğinde, bilinçli bir strateji izlediği görülür. Perge, Pamfilya eyaletinin başkentiydi ve önemli ticaret yolları üzerinde yer alıyordu. Pavlus ve Barnaba, hizmetlerini tamamladıktan sonra Pamfilya’dan ayrılırken yine stratejik bir nokta olan Attalia (günümüz Antalya Kaleiçi) limanını kullanmışlar ve buradan geldikleri yer olan Antakya’ya yelken açmışlardır. Bu seçimler, Roma İmparatorluğu’nun sağladığı altyapının, yani güvenli deniz yolları, işlek limanlar ve eyalet merkezleri gibi olanakların, Hristiyanlık mesajının yayılmasında ne denli kritik bir rol oynadığını göstermektedir. Pavlus, mesajının en hızlı ve en geniş kitleye ulaşabileceği, insan hareketliliğinin ve iletişimin yoğun olduğu merkezleri hedeflemiştir. Bu durum, Roma’nın siyasi ve idari düzeninin, Hristiyanlığın ilk yüzyıllardaki yayılımı için nasıl bir zemin hazırladığının önemli bir kanıtıdır.

Antik Kentlerde Yeşeren İnanç: Perge, Side ve Aspendos

Havarilerin ektiği tohumlar, takip eden yüzyıllarda Pamfilya’nın bereketli topraklarında hızla yeşerdi. Hristiyanlık, bölgenin büyük ve zengin antik kentlerinde kök salarak kurumsal bir yapıya kavuştu ve bu dönüşüm, günümüze ulaşan arkeolojik kalıntılarda somut izler bıraktı.

Perge, Elçi Pavlus’un ziyaretinin ardından Hristiyanlık için önemini korumaya devam etti. Bizans döneminde, özellikle MS 5. ve 6. yüzyıllarda, şehir bir “altın çağ” yaşayarak kilise teşkilatı içinde Pamfilya Metropolitlik Merkezi haline geldi. Bu statü, Perge’nin sadece yerel bir cemaate ev sahipliği yapmakla kalmayıp, tüm Pamfilya bölgesindeki diğer piskoposluklar üzerinde idari bir yetkiye sahip olduğu anlamına geliyordu. Bu görkemli dönemin bir kanıtı olarak şehirde anıtsal bazilikalar inşa edildi.

Side, Pamfilya’nın bir diğer önemli liman kenti olarak Hristiyanlığın yükselişinde kilit bir rol oynadı. MS 5. yüzyılda Doğu Pamfilya Metropolitliği‘nin başkenti, yani piskoposluk merkezi ilan edildi. Bu dini dönüşüm, kentin mimari dokusunu da derinden etkiledi. Hristiyanlığın eski inançlar üzerindeki zaferini sembolize eden bir yaklaşımla, kentin pagan ve seküler mekanları yeniden tanımlandı. Örneğin, antik tiyatronun içine şapeller eklenerek bu devasa yapı bir açık hava kilisesi olarak kullanıldı. Benzer şekilde, kentin simgesi olan Apollon Tapınağı gibi pagan mabetlerinin bulunduğu kutsal alanlara, bazen bu tapınakların malzemeleri de kullanılarak büyük bazilikalar inşa edildi. Bu eylemler, sadece yeni ibadet mekanları yaratmakla kalmıyor, aynı zamanda eski düzenin sembollerini Hristiyan kimliği altında yeniden şekillendirerek kamusal alanda ideolojik bir hakimiyet kuruyordu. Side’de bu döneme ait çok sayıda kilise ve şapel kalıntısı bulunmaktadır.

Aspendos da Bizans döneminde önemini sürdürmüş, kentte dini ve idari işlerin yürütüldüğü bir bazilika gibi önemli Hristiyan yapıları inşa edilmiştir. Olympos ve Lyrbe (Seleukeia) gibi bölgedeki diğer antik kentlerde de kilise kalıntılarının varlığı, Hristiyanlığın sadece büyük merkezlerde değil, Pamfilya geneline yayılan köklü bir inanç sistemi haline geldiğini göstermektedir.

Antik KentHristiyanlık Tarihindeki ÖnemiÖne Çıkan Arkolojik Kalıntılar
PergeElçi Pavlus tarafından ziyaret edildi; Pamfilya Metropolitlik Merkezi.Anıtsal bazilika kalıntıları, sütunlu caddeler.
SideDoğu Pamfilya Metropolitlik Merkezi; Piskoposluk merkezi.Çok sayıda bazilika ve kilise kalıntısı, tiyatro içindeki şapeller.
AspendosÖnemli bir Bizans yerleşimi.Bazilika, agora, su kemerleri.
MyraAziz Nikolaos’un piskoposluk yaptığı şehir; Likya Metropolitliği.Aziz Nikolaos Kilisesi (Anıt Müze), kaya mezarları.
PataraAziz Nikolaos’un doğum yeri; önemli bir Likya limanı.Meclis binası, tiyatro, deniz feneri.
Attalia (Antalya)Elçi Pavlus’un dönüş yolculuğunda kullandığı liman; Bizans piskoposluk merkezi.Panhagia Kilisesi (Korkut Camii) kalıntıları, Hıdırlık Kulesi.

Likya’nın Işığı: Myralı Aziz Nikolaos

Antalya bölgesinin Hristiyanlık mirası içinde hiçbir figür, Myra Piskoposu Aziz Nikolaos kadar evrensel bir üne kavuşmamıştır. Onun hikayesi, Likya’nın kayalık kıyılarında başlayıp tüm dünyaya yayılan bir inanç ve kültür fenomenidir.

Aziz Nikolaos, MS 3. yüzyılın ikinci yarısında, Likya’nın önemli liman kentlerinden Patara’da, zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Genç yaşta kendini Tanrı’ya adayan Nikolaos, komşu kent Myra’ya (günümüz Demre) piskopos olarak atandı. Cömertliği, yoksullara ve özellikle çocuklara yaptığı yardımlar, denizcileri fırtınalardan koruduğuna inanılan mucizeleriyle kısa sürede büyük bir saygı kazandı.

Ölümünün ardından Myra’daki saygınlığı o kadar arttı ki, adına önce bir anıt, ardından da 5. veya 6. yüzyılda büyük bir bazilika inşa edildi. Bu kilise, Bizans mimarisinin ve sanatının en seçkin örneklerinden biri olarak kabul edilir. Yüzyıllar boyunca depremler ve akınlar nedeniyle hasar görmüş, ancak aralarında İmparator I. Iustinianos (529’da) ve İmparator IX. Konstantin Monomakhos (1042’de) gibi önemli isimlerin de bulunduğu kişiler tarafından defalarca onarılmıştır. Myra, Aziz Nikolaos’un mirası sayesinde Likya eyaletinin başkenti olmuş ve başpiskoposu, Anadolu’nun ikinci büyük dini otoritesi konumuna yükselmiştir.

Aziz Nikolaos’un yerel bir azizden küresel bir “Noel Baba” figürüne dönüşümü, din ve kültürün nasıl iç içe geçtiğinin en çarpıcı örneklerinden biridir. Onun yoksullara gizlice yardım etme (özellikle çeyiz parası olmayan kızlara pencereden altın keseleri atma) hikayeleri , zamanla Avrupa’ya yayıldı. Özellikle Hollandalı denizciler aracılığıyla “Sinterklaas” adıyla Amerika’ya taşınan bu gelenek, burada kuzey Avrupa’nın pagan ve folklorik kış dönümü inanışlarıyla (hediye getiren yaşlı adam, uçan geyikler) birleşerek günümüzün seküler ve popüler “Santa Claus” karakterini oluşturdu. Bu kültürel sentez, hiç kar görmeyen Akdeniz kıyılarında yaşamış olan Myralı azizin gerçek hayatından oldukça farklı bir imaj yaratsa da, bu küresel fenomenin başlangıç noktası, Demre’deki kilisesidir.

Azizin kutsal emanetleri (rölikler) de kendi başına bir tarih yolculuğu yapmıştır. 1087 yılında, Haçlı Seferleri döneminde, İtalya’nın Bari şehrinden gelen tüccarlar tarafından kemiklerinin büyük bir bölümünün çalınarak Bari’ye götürüldüğüne ve adına yapılan bazilikaya gömüldüğüne inanılmaktadır. Aziz’e ait olduğu düşünülen bazı kemik parçaları ise bugün Antalya Arkeoloji Müzesi’nde korunmakta ve sergilenmektedir.

İmparatorluk İnancı: Bizans Döneminde Antalya

Hristiyanlığın, İmparator Konstantin tarafından serbest bırakılması ve ardından İmparator Theodosius döneminde Roma İmparatorluğu’nun resmi dini haline gelmesiyle, Antalya ve çevresindeki Pamfilya ve Likya bölgeleri köklü bir dönüşüm geçirdi. MS 395’te imparatorluğun ikiye ayrılmasıyla Doğu Roma (Bizans) topraklarında kalan bölge, 4. yüzyıldan itibaren hızla bir Hristiyan coğrafyasına dönüştü.

Bu dönemde kilise, devletin idari yapısıyla iç içe geçen, son derece organize bir kuruma dönüştü. İmparatorluğun idari birimleri olan eyaletler ve kentler, kilisenin piskoposluk ve metropolitlik merkezlerinin sınırlarını belirledi. MS 390 yılında Side’de toplanan bir ruhani meclis, bölgenin kilise örgütlenmesini Side ve Perge merkezli iki idari birime ayırdı. Myra’nın Likya eyaletinin başkenti olmasıyla, Myra Başpiskoposu da Anadolu’nun en önemli din adamlarından biri haline geldi. Bu durum, kilise ve devlet arasında karşılıklı faydaya dayalı bir ilişki olduğunu göstermektedir. Kilise, devletin sağladığı yapı ve istikrardan faydalanırken; devlet de kiliseyi, halkı birleştiren ve imparatorluğa sadakati pekiştiren bir araç olarak kullanıyordu. İmparatorların, Aziz Nikolaos Kilisesi gibi önemli yapıların onarımını bizzat finanse etmesi, bu simbiyotik ilişkinin en somut kanıtlarındandır.

Bu “altın çağ”, anıtsal bir mimari faaliyete de sahne oldu. Sadece bir ibadet mekanı olmanın ötesinde, kilise önemli bir ekonomik ve politik güç haline geldi ve bu gücünü görkemli yapılar inşa ederek sergiledi. Antalya’nın kalbi Kaleiçi’nde, Helenistik döneme ait eski bir agoranın ve pagan tapınağının üzerine, 5. veya 6. yüzyılda Meryem Ana’ya adanmış olan ve kaynaklarda “Büyük Kilise” olarak geçen görkemli Panhagia Kilisesi inşa edildi. Benzer şekilde Perge, Side ve Aspendos gibi kentlerde büyük bazilikalar yükselirken , Alanya, Kepez ve Konyaaltı gibi daha küçük yerleşimlerde dahi çok sayıda Bizans kilisesi yapılmıştır. Bu dönemde kilise, Pamfilya’nın verimli topraklarındaki tarımsal üretim gibi ekonomik faaliyetler üzerinde de etkili bir konuma sahipti.

Hilal Altında Haç: Selçuklu ve Osmanlı Yönetiminde Hristiyanlar

13. yüzyıldan itibaren Anadolu’nun Türk hakimiyetine girmesiyle, Antalya’daki Hristiyan cemaatleri için yeni bir dönem başladı. Yaklaşık 800 yıl süren bu dönem, bir arada yaşama kültürünün yanı sıra, zorlukları ve dönüşümleri de beraberinde getirdi.

Antalya’nın 1216’da Selçuklular tarafından ikinci kez fethinden sonra, Müslümanlar ile gayrimüslimler arasında yaşanan gerilimler nedeniyle, kentin iç surlarla ayrıldığı ve cemaatlerin farklı mahallelerde yaşadığı kaydedilmiştir. Bu fiziki ayrım, Osmanlı döneminde de devam eden bir sosyal yapının temelini oluşturdu. Osmanlı İmparatorluğu’nun “millet sistemi” altında, Hristiyanlar (Rumlar ve Ermeniler) “zimmi” yani koruma altındaki gayrimüslim statüsündeydi. Bu statü onlara kendi dini liderleri altında örgütlenme, kendi dillerinde eğitim yapma ve kendi hukuklarını uygulama gibi konularda özerklik tanıyordu. Ancak bu korumanın karşılığında devlete “cizye” adı verilen bir baş vergisi ödemekle yükümlüydüler. Tanzimat dönemine ait 19. yüzyıl kayıtları, Antalya şehir merkezindeki yerleşik nüfusun yaklaşık üçte birinin Rum ve Ermenilerden oluştuğunu, bunun da dinamik bir gayrimüslim cemaatinin varlığına işaret ettiğini göstermektedir. Bu cemaatler, Kaleiçi’nde belirli mahallelerde yoğunlaşmıştı: Rumlar Cami-i Cedid, Baba Doğan ve Makbule mahallelerinde yaşarken, Ermeniler kendi adlarıyla anılan Ermeni Mahallesi’nde ikamet ediyordu. Kaleiçi’nde bulunan ve 1863’te yeniden inşa edilen Aya Yorgi (Aziz George) Kilisesi gibi yapılar, bu cemaatlerin 19. yüzyılda dahi dini ve sosyal yaşamlarını aktif bir şekilde sürdürdüklerinin kanıtıdır.

Bu uzun dönemin en dramatik olaylarından biri ise, Bizans döneminden kalan en görkemli yapı olan Panhagia Kilisesi’nin kaderiydi. 16. yüzyılın başlarında, kentteki Müslüman nüfusun artması ve Osmanlı’nın merkezi otoritesinin güçlenmesi gibi siyasi ve demografik değişimlere paralel olarak, kilise II. Bayezid’in oğlu Şehzade Korkut tarafından camiye dönüştürüldü ve Korkut Camii veya Câmi-i Cedid (Yeni Cami) adını aldı. Bu yapı, bir binanın kaderinin, çevresindeki toplumun demografik ve politik güç dengelerine ne kadar bağlı olduğunun canlı bir örneğidir. 13. ve 15. yüzyıllar arasında Hristiyan nüfusun güçlü olduğu dönemde “Büyük Kilise” olarak varlığını sürdüren yapı, 16. yüzyılda güç dengesi Müslümanların lehine değişince, yeni hakim gücün kentin en sembolik noktasına kendi damgasını vurmasının bir ifadesi olarak camiye çevrildi. İlginç bir şekilde, 18. ve 19. yüzyıllarda Kaleiçi’ndeki Rum nüfusu yeniden artıp hakim topluluk haline gelince, cami cemaatsiz kalarak bakımsızlığa terk edildi ve nihayetinde 1895’teki bir yangında büyük hasar görerek metruk hale geldi. Bu süreç, kutsal mekanların statik yapılar olmadığını, aksine toplumsal dinamiklerle sürekli yeniden anlamlandırılan ve dönüştürülen yaşayan organizmalar olduğunu göstermektedir.

Bir Devrin Sonu: Nüfus Mübadelesi ve Sessiz Kalan Çanlar

20. yüzyılın başları, Antalya’nın binlerce yıllık Hristiyan cemaatinin tarihinde trajik bir dönüm noktası oldu. Lozan Antlaşması kapsamında 30 Ocak 1923 tarihinde Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan Nüfus Mübadelesi Sözleşmesi, bölgenin sosyal ve kültürel dokusunu geri dönülmez bir şekilde değiştirdi. Bu sözleşme uyarınca, İstanbul dışındaki topraklarda yaşayan Rum Ortodoks nüfus ile Batı Trakya dışındaki Yunanistan’da yaşayan Müslüman nüfusun zorunlu olarak yer değiştirmesi kararlaştırıldı.

Bu karar, Antalya’da antik çağlardan beri varlığını sürdüren Rum cemaatinin sonu anlamına geliyordu. Ayrılış süreci, henüz sözleşme imzalanmadan, 1922 sonbaharında fiilen başlamıştı. Tanıkların aktardığına göre, 17 yaş üstü Rum erkekler Anadolu’nun iç kesimlerine gönderilirken, geride kalan kadınlar ve çocuklar yanlarına alabildikleri kısıtlı eşyalarla Antalya limanında toplanarak gemilerle Yunanistan’a gönderildiler. Bu zorunlu göç, sadece insanların yerinden edilmesi değil, aynı zamanda bir hafızanın, bir yaşam biçiminin ve köklü bir kültürün de topraktan sökülmesi demekti.

Gidenlerin geride bıraktığı miras, yani evler, dükkanlar, zeytinlikler ve kiliselerden oluşan “emval-i metruke” (terk edilmiş mülkler), yeni bir sosyal sorunun kaynağı oldu. Mülklerin önemli bir bölümü yağmalandı veya bakımsızlıktan harap oldu. Sağlam kalanlar ise, Yunanistan’dan gelen Müslüman mübadillere ve yerli halka dağıtıldı. Ancak bu dağıtım süreci, sınırlı kaynaklar üzerinde yeni bir gerilime yol açtı. Yerli halk ile yeni gelen mübadiller arasında mülklerin paylaşımı konusunda ciddi anlaşmazlıklar ve hoşnutsuzluklar yaşandı. Ulus-devlet inşası projesinin bir parçası olarak görülen mübadele, homojen bir nüfus yaratma hedefine hizmet ederken, pratikte derin toplumsal yaralar açmış, yeni çatışma alanları yaratmış ve bölgenin binlerce yıllık çok katmanlı kültürel mirasına büyük bir darbe vurmuştur. Kiliselerin çanları susmuş, cemaatler dağılmış ve Antalya’nın çok kültürlü yapısı, yerini uzun bir sessizlik dönemine bırakmıştır.

Küllerinden Doğan Cemaatler: Günümüz Antalya’sında Hristiyanlık

Nüfus mübadelesinin ardından gelen yaklaşık 70 yıllık sessizlik döneminden sonra, 20. yüzyılın son çeyreğinde Antalya’da Hristiyanlık yeniden filizlenmeye başladı. Bu canlanma, mübadele öncesi dönemin etnik temelli cemaat yapısından tamamen farklı, küreselleşmenin ve modern dünyanın getirdiği demografik hareketliliğin bir yansıması olarak ortaya çıktı.

Bu yeni dönemin en somut işaretlerinden biri, tarihi kiliselerin yeniden hayata dönmesidir. Kaleiçi’nde bulunan ve 1844 yılında Danielidi ailesi tarafından inşa edilen eski Rum Ortodoks kilisesi Aya Alypios, uzun yıllar terk edilmiş bir halde kaldıktan sonra 2009 yılında Ekümenik Patrikhane tarafından satın alınarak restore edildi. Bugün kilise, Pisidia Mukaddes Metropolitliği’nin merkezi olarak, başta Antalya’da yaşayan Rusça konuşan Ortodokslar olmak üzere tüm Ortodoks cemaatine aktif bir şekilde hizmet vermektedir.

Bununla paralel olarak, 1990’lardan itibaren kentte yeni Protestan cemaatleri kurulmaya başladı. Örneğin, Antalya İncil Kilisesi, 1992 yılında bir ev topluluğu olarak başladığı yolculuğunda büyüyerek bugün Kaleiçi, Lara ve Konyaaltı’nda şubeleri olan, yerli ve yabancı Hristiyanlardan oluşan büyük bir cemaate dönüşmüştür. Bu kiliselerin yanı sıra, farklı Protestan mezheplerine (Presbiteryen, vb.) ve farklı milletlerden (Alman, Norveçli) insanlara hizmet veren çok sayıda kilise ve topluluk da faaliyet göstermektedir.

Günümüz Antalya’sındaki Hristiyan varlığı, artık tek bir etnik gruba (Rumlar) dayalı değil; turizm, evlilik, iş veya emeklilik gibi nedenlerle şehre yerleşmiş farklı uluslardan ve farklı mezheplerden (Ortodoks, Katolik, Protestan) oluşan çok renkli bir mozaik sunmaktadır. Bu durum, inancın artık etnik kimlikten ziyade kişisel bir tercih veya küresel toplulukların bir araya gelme ihtiyacından beslendiğini göstermektedir. Antalya, tarihi boyunca olduğu gibi bir kez daha farklı kültür ve inançların kesiştiği bir kavşak noktası haline gelmiştir.

Sonuç: Yaşayan Bir Miras

Antalya’nın Hristiyanlık tarihindeki iki bin yıllık yolculuğu, kesintilere uğrasa da hiçbir zaman tam olarak kopmayan, dönüşerek varlığını sürdüren yaşayan bir mirastır. Bu miras, Elçi Pavlus’un adımlarıyla başlayıp, Bizans İmparatorluğu’nun anıtsal kiliseleriyle zirveye ulaşmış, Osmanlı döneminde bir azınlık cemaatinin hilal gölgesindeki varoluş mücadelesine tanıklık etmiş, 20. yüzyılda nüfus mübadelesiyle neredeyse tamamen yok olmuş ve nihayetinde 21. yüzyılda küreselleşmenin dinamikleriyle küllerinden yeniden doğmuştur.

Perge’nin metropolitlik merkezi olması, Side’nin piskoposluk kenti kimliği, Myra’nın tüm dünyaya armağan ettiği azizi ve Kaleiçi’nin katman katman biriktirdiği çok dinli hafızası, bu toprakların sadece bir turizm cenneti değil, aynı zamanda Hristiyanlık tarihi için de temel öneme sahip bir coğrafya olduğunu kanıtlamaktadır. Antalya Arkeoloji Müzesi’nde sergilenen ve bölgedeki antik kentlerden çıkarılan lahitler, ikonalar, mimari parçalar ve Aziz Nikolaos’a ait kutsal emanetler, bu zengin geçmişin somut ve dokunulabilir kanıtlarıdır.

Bu tarih, sadece geçmişe ait bir dizi olaydan ibaret değildir. Antalya’nın farklı inançların bir arada yaşama, çatışma ve uyum tecrübelerini barındıran DNA’sı, günümüzün çok kültürlü dünyasını ve kentini anlamak için de paha biçilmez bir anahtar sunmaktadır. Bu mirasın bilinmesi, korunması ve anlaşılması, yalnızca inanç toplulukları için değil, ortak bir tarihi paylaşan tüm toplum için bir zenginlik kaynağıdır.